Çanakkale Şehitleri
الَّذِينَ قَالَ
لَهُمُ النَّاسُ إِنَّ النَّاسَ قَدْ جَمَعُواْ لَكُمْ فَاخْشَوْهُمْ فَزَادَهُمْ
إِيمَاناً وَقَالُواْ حَسْبُنَا اللّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ
İnsanlar onlara: «Düşmanlarınız size karşı ordu topladı, onlardan
korkun.» dediklerinde, bu, onların imanını artırdı ve şöyle dediler:
«Allah bize yeter. O ne güzel vekildir».
İslamiyet’in tebliğe başlandığı ilk günden itibaren
kâfirlerle savaşma başlamıştır. Müslümanların ilk harbi olan bedir harbinde
Müslümanlar 305 kişi iken müşrikler 950 kişi ile karşılaşmışlardır. Fakat savaş
Müslümanlar tarafından 14 şehit vererek kazanılmıştır. Müşrikler ise 70 kayıp
70 esir bırakarak kaçmışlardır. İşte o gün bedir harbi meydanındaki kazanmaya
sebep olan güç iman gücüdür. Bu gün anlatacağımız Çanakkale harbinde galip
gelende aynı imanın gücüdür.
Defalarca iman karşısında bozguna uğrayan düşman
Çanakkale’deki Müslümanları hafife alıp tarihe geçecek şekilde saldırmış ve
tekrar iman karşısında güçsüz kalmışlardır.
Yıl 1984... Turgut Özal
başbakan, Milli Eğitim Bakanı ise Vehbi Dinçerler.
Turgut Özal, Türk gençlerinin eğitimi hususunda araştırma yapmak üzere bir Japon heyeti davet eder. Bu heyet bir süre ülkemizde kalır ve değişik yerlerde çeşitli görüşmelerde ve temaslarda bulunurlar. Araştırmalarının sonuçlarını açıklamak üzere başbakan Turgut Özal'ın yanına çıkarlar. Millî Eğitim Bakanı da oradadır. Japonlar, araştırmanın sonucunu bir cümle ile belirtir:
— Sizin gençlerinizde millî şuur yok!
Yöneticilerimiz aldıkları bu üzücü cevap karşısında hayretler içerisinde kalır ve hemen sorarlar:
— Peki, siz gençlerinize milli şuur vermek için neler yapıyorsunuz?
— Biz gençlerimize, daha ilkokula başlamadan, şok testler uygularız. Mesela, uçak gibi hızlı giden tirenlerimize bindiririz. Robotlarla çalışan büyük fabrikaları gezdiririz. Çocuklarımız teknolojinin baş döndürücü neticesini görerek şok olurlar, hayranlık duyarlar. Bundan sonra onları Hiroşima'ya, Nagazaki'ye götürürüz. İkinci Dünya Savaşı sırasında atom bombasıyla müthiş surette tahrip olan bu bölgeleri biz aynen koruyoruz. Bunlar, çocukların masum ve temiz ruhlarında derin izler bırakır. Bunların ardından da onlara deriz ki:
— Eğer sizler çalışmaz, sizden öncekileri geçmezseniz, vatanınızı, işte böyle düşmanlar bombalar, yakar, yıkar ve hiçbir canlının yaşamayacağı hâle getirir; sonra da çeker gider. Şimdi artık, düşünün ve çalışkan olup olmama kararını kendiniz verin!
Çocuklarımız, bu
gördüklerinden sonra iyi bir Japon olmaya doğru güçlü bir adım atmış olurlar.
Bizimkiler sorar:
Bizimkiler sorar:
— Bizim, sizin gibi
Nakazaki’miz, Hiroşima’mız yok! Türk gençlerine millî şuur kazandırmak için ne
yapmalıyız?
Japonlar şunları
anlatır:
— Sizin, gençleriniz
için birçok Nagazaki'niz ve Hiroşima'nız var. Bizimkinden çok daha önemli
bunlar. En önemlisi de Çanakkale Savaşları’nın geçtiği bölgedir. Gençlerinizin
şok olması için yeter de artar bile...
Çünkü Çanakkale;
Kan deryasında dirilişin
destanıdır.
Özlemlerin hayallerin
ümitlerin mahşere bırakılmasıdır.
Etle kemiğin çeliği alt
etmesidir.
Devleşen ülkelerin
kınalı yiğitler önünde erimesidir.
Toprağın yanması zamanın
donmasıdır.
Bedenin mermilere siper
edilmesidir.
Çanakkale bir milletin
bir millet olma destanının yazıldığı yerdir.
Tarihler 3 kasım 1914ü
gösterdiğinde düşman Gelibolu açıklarından mermilerini asker üzerine dökmeye
başlamıştır.tam 14 ay 6 gün sürecek harp başlamıştır. Düşmanın asıl amaç ve
gayesi islamın payitahtı olan istanbula ulaşmak zamanın halifesini esir
etmektir. Öyle ki İngiliz komutan isnton
Churchill çanakkaleye çıkartma yaparken bir elimiz belimizde tek elimizle bile
türkleri ezer geçeriz diyor ve hatta çıkartmanın ertesi günü ikindi vakti için
bazı devlet adamlarına İstanbul boğazında çay sözü veriyordu. Fakat hiçte
istediği gibi olmayacak türkler onlara hakiki bir Osmanlı tokadı atacaklardı.
Düşman Ertuğrul koyuna bir müfreze ile yaklaşmıştı 4 yerden
çıkarma yapılmış askerlerimiz sıkıntıda kalmışlar, Ertuğrul koyunu savunacak
tabur kalmamıştı. Ezineli yahya çavuş ileri atılarak bana ve arkaşlarıma
müsaade edin demişti. Ve yanına kattığı 63 arkadaşı ile siperlerine
geçmişlerdi. Tam 10 saat sürecek mücadele başlamıştı. Düşman tam 3000 asker
çıkarmış yine de geçit bulamıyordu. Büyük zaiyat aldılar. Tam geri çekilmeyi
düşünürlerken cephe düştü. Düşöman askerleri ellerindeki ağır silahlara karşın
kenidlerine yol vermeyen ve bir çok askeri telef edenleri bir alay bir tümen
kadar zannederlerken cepheyi aştıklarında hayretler içinde kaldılar. Sadece 63
asker onlara geçit vermemiş 10 saat boyunca ellerindeki piyade silahları ile
düşmanı bozğuna uğratmışlardı.
Şu
boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi?
En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi,
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya
En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi,
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya
Ramazanı
şerif boyunca orucunu tutarak cephede savaşan asker tarihler 10 ağustosu
gösterdiğinde bayram namazını kılmak istiyor. Fakat alay komutanı hüseyin avni
bey izin vermek istemiyor. Çünkü bütün alay namaza durduğu esnada düşman
saldırmak için fırsat bulacak ve asker daha çatışmaya girmeden telef olacaktır.
Fakat asker kararlıdır ve komutana defalarca haber gönderir. Biz zaten vatan
millet din islam ve iman için savaşmıyor muyuz komutan? Düşman gelsede
elimizden alacağı şey namazdır. Daha gelmeden namazı terk etmemizi mi
istersin!?. 10 ağustos günü bayram namazı vakti geldiğinde hüseyin avni bey
uyanır ve gördüğü manzara karşısında şaşakalır. Yazın ortasında ortalığı öyle
bir sis kaplamıştır ki göz gözü görmemektedir. Hemen alaya haber verdirir. Hep
beraber namaza dururlar. Namaz kılınıp selamlaşma bittikten sonra sis dağılır.
Birazdan düşman ile çetin bir mücadele başlar. 57. Alaydan geriye hiçbir asker
ve komutan kalmaz….
Bilecik istasyonunda bir askerî tren
harekete hazır idi. Kumandan Abdülkâdir Kemâlî bir
künye okudu:
- Mahmud oğlu Hüseyin, Söğüt?
Bir ses:
- Efendim! Mahmud oğlu Hüseyin benim.
Söğüt Akgünlü'den.
Kumandan:
- Gel oğlum, seni annen görmek
istiyor. Delikanlı vagondan atladı. Hazır ol vaziyetinde, sağ
el selâm ve ihtiram mevkiinde,
Kumandan Abdülkâdir'in karşısında emre hazır idi. Beraberce
yürüdüler. Muhterem validenin karşısında
durdular. Hüseyin annesinin elini öptü. Zavallı vâlide,
ciğer-pâresini bir daha kokladı ve
dedi ki:
- Oğlum Hüseyin! Dayın Şıpka'da, baban
Dömeke'de, ağaların da sekiz ay evvel
Çanakkale'de şehîd oldular. Bak, son
yongam sensin! Minareden ezan sesi kesilecekse, caminin
kandilleri körlenecekse, sütlerim
harâm olsun; öl de köye dönme. Yolun Şıpka'ya uğrarsa, dayının
ruhuna Fatiha okumayı unutma. Haydi,
oğul, Allâh yolunu açık etsin.
Hüseyin bu sözleri, kalbinin ahd ve
vefâ derinliklerine gömdüğünü îmâ eden bir huşû ile
dinlemişti. Annesini ve Kumandan
Abdülkâdir'i selâmladı, gitti.
Abdülkâdir, bu büyük ruhlu kadınla
yalnız kalmış idi, sordu:
- Vâlide, demek ki sizin soyun
erkekleri hep şehîd oldular öyle mi?
- Yalnız bizim soy değil oğul. Elli
yıldır köylü mezarlığa delikanlı gömmedi. Dîn dursun da
bırak,
biz hep ölelim
Kerevizdere’de düşman biraz ilerlemiş, ikinci taburun önünde
büyük bir siper kazmaya muvaffak olmuştu. Düşmanın göstermiş olduğu bu cüret,
tekmil taburu hiddetlendiriyor, hiç kimse bu vaziyetin devamına tahammül etmek
istemiyordu. Hatta fırka kumandanı bile hoşnutsuz bir sesle: “Tuhaf şey. Düşman
ikinci tabura karşı bu kadar cüret göstersin!” diyordu.
Yüzbaşı da müteessir görünüyor; bu siperi yıkmak, tarumar etmek lâzım geldiğini hissediyor; fakat bunun için icap eden fedakârlığı düşünerek ağır davranıyordu. Bir gün tabur kumandanı ile konuşurken şöyle demişti:
- Biz bu siperi yıkarız. Buna eminim. Yalnız bir nokta var ki beni düşündürüyor; o da en sevgili askerlerimden birkaçını feda edebilmektir... Yüzbaşının bu sözlerini duyan mütevazı bir asker, Eskişehir’in Ilıca Köyünden Ömer oğlu Nasuh Onbaşı, ilerledi. Mahcup bir tavırla:
- Yüzbaşım, bana izin verin, bu siperi ben yıkacağım! dedi.
Kendisine refakat etmesi için şu üç arkadaşından başka kimseyi istemiyordu: Kalecik’in Dalbasan Köyünden İbrahim oğlu Hüseyin, Eskişehir’in Ilıca Köyünden Mehmed oğlu Abdurrahman, İnegöl’ün Metral Köyünden Resûloğullarından Mehmed oğlu Mustafa.
Artık daha fazla bekleyemezlerdi. Nasuh Onbaşı bütün taburun kalbinde hissettiği arzuya tercüman olmuştu. Tabur kumandanı muvafakat etmişti. Yüzbaşı da lâzım gelen talimatı vermişti.
Ara sıra patlayan bombaların ve şarapnellerin alevlerinden başka hiçbir ziya görülmeyen karanlık bir gecede dört kişiden mürekkep bu küçük fakat kahraman ordu, Nasuh Onbaşı’nın kumandası altında, düşman siperine doğru metin ve sarsılmaz bir imanla ilerleyip gitmişti... Yaklaşık 15 dakika sonra bir anda fazlalaşan bomba ve tüfek seslerinden anlaşılıyordu ki; boğuşma başlamıştı. Bu habersiz hücum karşısında telâşa düşen düşman âdeta kendini kaybetmiş; çılgınca her tarafa mermi yağdırmaya başlamıştı.
Herkes büyük bir sabırsızlıkla Nasuh Onbaşı ile arkadaşlarını bekliyor, neticeyi bir an önce öğrenmek istiyordu. Nihayet Yedinci Bölük mıntıkasından haber gelmişti. Nasuh Onbaşı vazifesini ifa ederek sipere dönmüştü. Fakat yalnızdı. Yanında Mustafa, Hüseyin ve Abdurrahman adlı arkadaşları yoktu. Bu kahraman askerler de vazifelerini ifa etmişler ve bu uğurda kurban olmuşlardı. Sabahleyin tarumar edilmiş olan düşman siperini gören fırka kumandanı kendi eliyle “Necm-i Osmanî”yi (Osmanlı Nişanı’nı) Nasuh Onbaşı’nın göğsüne takıyor ve bütün taburu tebrik ediyordu. Yüzbaşı gurur ve iftihar ile Nasuh Onbaşı’yı göstererek: “Hepimize büyük bir şeref kazandırdı” diyordu.
Nasuh Onbaşı mahcup ve mütevazı, fakat mert ve asil bir eda ile vazifesinden başka bir şey yapmadığını söylüyordu. Bu hadiseden dört gün sonra Nasuh Onbaşı da mukaddes ve mübarek şehîdlerimiz kafilesine iltihak ederek askerliğin en şerefli rütbesini kazanmıştı. Hz. Allah bizi şefaatlerine mazhar buyursun.
Yüzbaşı da müteessir görünüyor; bu siperi yıkmak, tarumar etmek lâzım geldiğini hissediyor; fakat bunun için icap eden fedakârlığı düşünerek ağır davranıyordu. Bir gün tabur kumandanı ile konuşurken şöyle demişti:
- Biz bu siperi yıkarız. Buna eminim. Yalnız bir nokta var ki beni düşündürüyor; o da en sevgili askerlerimden birkaçını feda edebilmektir... Yüzbaşının bu sözlerini duyan mütevazı bir asker, Eskişehir’in Ilıca Köyünden Ömer oğlu Nasuh Onbaşı, ilerledi. Mahcup bir tavırla:
- Yüzbaşım, bana izin verin, bu siperi ben yıkacağım! dedi.
Kendisine refakat etmesi için şu üç arkadaşından başka kimseyi istemiyordu: Kalecik’in Dalbasan Köyünden İbrahim oğlu Hüseyin, Eskişehir’in Ilıca Köyünden Mehmed oğlu Abdurrahman, İnegöl’ün Metral Köyünden Resûloğullarından Mehmed oğlu Mustafa.
Artık daha fazla bekleyemezlerdi. Nasuh Onbaşı bütün taburun kalbinde hissettiği arzuya tercüman olmuştu. Tabur kumandanı muvafakat etmişti. Yüzbaşı da lâzım gelen talimatı vermişti.
Ara sıra patlayan bombaların ve şarapnellerin alevlerinden başka hiçbir ziya görülmeyen karanlık bir gecede dört kişiden mürekkep bu küçük fakat kahraman ordu, Nasuh Onbaşı’nın kumandası altında, düşman siperine doğru metin ve sarsılmaz bir imanla ilerleyip gitmişti... Yaklaşık 15 dakika sonra bir anda fazlalaşan bomba ve tüfek seslerinden anlaşılıyordu ki; boğuşma başlamıştı. Bu habersiz hücum karşısında telâşa düşen düşman âdeta kendini kaybetmiş; çılgınca her tarafa mermi yağdırmaya başlamıştı.
Herkes büyük bir sabırsızlıkla Nasuh Onbaşı ile arkadaşlarını bekliyor, neticeyi bir an önce öğrenmek istiyordu. Nihayet Yedinci Bölük mıntıkasından haber gelmişti. Nasuh Onbaşı vazifesini ifa ederek sipere dönmüştü. Fakat yalnızdı. Yanında Mustafa, Hüseyin ve Abdurrahman adlı arkadaşları yoktu. Bu kahraman askerler de vazifelerini ifa etmişler ve bu uğurda kurban olmuşlardı. Sabahleyin tarumar edilmiş olan düşman siperini gören fırka kumandanı kendi eliyle “Necm-i Osmanî”yi (Osmanlı Nişanı’nı) Nasuh Onbaşı’nın göğsüne takıyor ve bütün taburu tebrik ediyordu. Yüzbaşı gurur ve iftihar ile Nasuh Onbaşı’yı göstererek: “Hepimize büyük bir şeref kazandırdı” diyordu.
Nasuh Onbaşı mahcup ve mütevazı, fakat mert ve asil bir eda ile vazifesinden başka bir şey yapmadığını söylüyordu. Bu hadiseden dört gün sonra Nasuh Onbaşı da mukaddes ve mübarek şehîdlerimiz kafilesine iltihak ederek askerliğin en şerefli rütbesini kazanmıştı. Hz. Allah bizi şefaatlerine mazhar buyursun.
Yaşları yirmi ile yirmi beş arasında altı arkadaş idiler.
Vatanın, kendi hayatını devam ettirmek için evlâdının hayatını sancak altına,
silâh başına davet ettiği tehlike gününde, devam etmekte oldukları mektepleri
terk ederek, zabit namzedi olmaya koşmuşlardı. Yakacık’ta, Maltepe’de,
Erenköyü’nde belirli talim ve tedris devrelerini muvaffakiyetle tamamladılar ve
Çanakkale’ye gittiler. Günün birinde Çimentepe önüne yirmi İngiliz zırhlısı
geldi. Ve dakikada bin üç yüz altmış mermi serpen iki yüz kırk topunu,
saatlerce bu mevziye yöneltmişti.
Hücuma, müdafaaya, korunmaya imkânsızlıklar musallat eden bu amansız şiddet önünde Türk’ün harp azmiyle insanın hayatını muhafaza hissi birkaç dakika mücadele eder gibi olmuştu. Tepeye doğru adım adım ilerlemekte olan düşmanı, her ne suretle olursa olsun, eski mevzilerine atmak şarttı. Ve çok küçük bir tereddüt bile Türk’ün bu tarihî payitahtını, bu arş-ı İslâm’ı devirebilirdi. Mıntıkanın kumandanı en tehlikeli noktada bulunan bir alayın siperlerine doğru ilerledi. Ve hem rica, hem emreden bir sesle:
- Bu alayı yerinden oynatıp düşmanın üstüne atacak zabitleriniz yok mu, diye bağırdı. Vatanın kendi hayatını devam ettirmek için evlâdının hayatını sancak altına, silâh başına davet ettiği tehlikeli bir günde, zabit namzedi olmaya koşmuş olan o altı mübarek genç, vicdanlarından çıkan mukaddes bir irade ile artık şehîd namzedi olmaya terfi etmişlerdi.
Bir akşam evvel yazıp bestelemiş oldukları “Bu toprağı Türk’ün kanı yoğurdu,
Annem beni bugün için doğurdu!..” Marşını hep bir ağızdan söyleyerek siperlerinden dışarı fırladılar. Hepsi anî ve birlik hâlinde bir hücumla ileri atıldılar. Evet, altısı da şehîd olmuştu! Ve ordumuz o altı gencin mübarek naaşları üstünden düşmana ettiği hücum ile İngilizlerin elindeki mevzileri geri aldılar...
Hücuma, müdafaaya, korunmaya imkânsızlıklar musallat eden bu amansız şiddet önünde Türk’ün harp azmiyle insanın hayatını muhafaza hissi birkaç dakika mücadele eder gibi olmuştu. Tepeye doğru adım adım ilerlemekte olan düşmanı, her ne suretle olursa olsun, eski mevzilerine atmak şarttı. Ve çok küçük bir tereddüt bile Türk’ün bu tarihî payitahtını, bu arş-ı İslâm’ı devirebilirdi. Mıntıkanın kumandanı en tehlikeli noktada bulunan bir alayın siperlerine doğru ilerledi. Ve hem rica, hem emreden bir sesle:
- Bu alayı yerinden oynatıp düşmanın üstüne atacak zabitleriniz yok mu, diye bağırdı. Vatanın kendi hayatını devam ettirmek için evlâdının hayatını sancak altına, silâh başına davet ettiği tehlikeli bir günde, zabit namzedi olmaya koşmuş olan o altı mübarek genç, vicdanlarından çıkan mukaddes bir irade ile artık şehîd namzedi olmaya terfi etmişlerdi.
Bir akşam evvel yazıp bestelemiş oldukları “Bu toprağı Türk’ün kanı yoğurdu,
Annem beni bugün için doğurdu!..” Marşını hep bir ağızdan söyleyerek siperlerinden dışarı fırladılar. Hepsi anî ve birlik hâlinde bir hücumla ileri atıldılar. Evet, altısı da şehîd olmuştu! Ve ordumuz o altı gencin mübarek naaşları üstünden düşmana ettiği hücum ile İngilizlerin elindeki mevzileri geri aldılar...
Ne
hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde - gösterdiği vahşetle " bu : bir Avrupalı "
Nerde - gösterdiği vahşetle " bu : bir Avrupalı "
Eski
dünyâ, yeni dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi, tûfan gibi, mahşer mahşer.
Kaynıyor kum gibi, tûfan gibi, mahşer mahşer.
Evet
öyle bir mahşerki metrekareye 6000 mermi ve 8 şehit düşmüştür.geyiklili halil
amca isminde bir gazimiz cephedeki hatıratını şöyle anlatıyor; yine çok çetin
ve amansız bir çarpışmadaydık. Düşmana göz açtırmıyorduk. Attığımız mermilerden
hiç biri boş gitmiyordu. Ziyan edemezdik mermiyi çok kıttı. Bir ara benim silah
tutukluk yaptı atarım atarım gitmez. Yanımdaki afyonlu arkadaşa seslendim “bre
ahretlik bi bakıver şu merete atarım patlamaz” diyince doktor baktı ve ağlamaya
başladı. Halil amca dedi senin tetiği çekecek parmağın yerinde yokki nasıl
patlasın? Bir de baktım ki benim işaret parmağım bir şarapnel parçası ile
kopmuş. Ne yazıkki ben şehadet mertebesine ulaşamamış bir nasipsizim. Diyerek
konuşmasını bitiriyordu. Rabbim şefaatlerine nail eylesin…
Edincikli
Mehmet Er'in bir top mermisinin parçaladığı konumdan kanlar içerisinde bir et
parçası sarkmaktadır.Yalvarı rcasına:
Komutanım ne olur şu kolumu kes!
Sağ eliyle yakaladığı ve tuttuğu sarkık kola bakan Teğmen donmuştur.Edincikli Mehmet Er tek ve emin sesi ile tekrarlar:
Allah Aşkına, Allah Rızası için kes şu kolumu!
Bu ilahi cümleleri eimr gibi işiten Teğmen Saip, bıcağı kola kola vurur.Gık bile dememiştir, Edincikli Mehmet.Bir sağ elindeki kola, bir ileride Allah! Allah! nidaları arasında çarpışan erlere bakar ve kolu fırlatır: "Bu kol vatana feda olsun," der.Yerdeki et parçalrından başını kaldıran Teğmen'in karşısında kimse yoktur.Çünkü, Edincikli, Hakla alış verişe başlayınca herşeyi, acıyı, özlemleri unutuyor, rahmet deryalarında, tecelli dalgalarında yıkanıp arınırken, kolunun fani bedenden ayrılma işlemini duymuyordu.O ateş, o yangın fakat getirilmez feryatlar içinde, edincikli bu cehennemi ateş altında kendinden geçti.Bir avuç istek ve özlem halinde yandı, tüttü.
Edincikli Mehmet, çoktan kolunun öcünü almak için vatan için Allah için hücum saflarına katılmıştı.Alayların içine karışır, teke tek vuruşur.Onu durdurmak mümkün değil artık, yine harikalar gösterir, bire bir dövüşür, bire on dövüşür, bire yüz dövüşür... Allah'ın yardımıyla haklamadığı kafir kalmaz.Ama kaderden kaçılmaz ki! Kolunun kopmasıyla kaybettiği kan onu halsiz düşürmeye başlamış Edincikli'ye şimdi de şehitlik mertebesi ekleniyordu.Güzel yüzü soldu, sarardı, canı teninden süzüldü...Gözü dünyaya kapandı
Komutanım ne olur şu kolumu kes!
Sağ eliyle yakaladığı ve tuttuğu sarkık kola bakan Teğmen donmuştur.Edincikli Mehmet Er tek ve emin sesi ile tekrarlar:
Allah Aşkına, Allah Rızası için kes şu kolumu!
Bu ilahi cümleleri eimr gibi işiten Teğmen Saip, bıcağı kola kola vurur.Gık bile dememiştir, Edincikli Mehmet.Bir sağ elindeki kola, bir ileride Allah! Allah! nidaları arasında çarpışan erlere bakar ve kolu fırlatır: "Bu kol vatana feda olsun," der.Yerdeki et parçalrından başını kaldıran Teğmen'in karşısında kimse yoktur.Çünkü, Edincikli, Hakla alış verişe başlayınca herşeyi, acıyı, özlemleri unutuyor, rahmet deryalarında, tecelli dalgalarında yıkanıp arınırken, kolunun fani bedenden ayrılma işlemini duymuyordu.O ateş, o yangın fakat getirilmez feryatlar içinde, edincikli bu cehennemi ateş altında kendinden geçti.Bir avuç istek ve özlem halinde yandı, tüttü.
Edincikli Mehmet, çoktan kolunun öcünü almak için vatan için Allah için hücum saflarına katılmıştı.Alayların içine karışır, teke tek vuruşur.Onu durdurmak mümkün değil artık, yine harikalar gösterir, bire bir dövüşür, bire on dövüşür, bire yüz dövüşür... Allah'ın yardımıyla haklamadığı kafir kalmaz.Ama kaderden kaçılmaz ki! Kolunun kopmasıyla kaybettiği kan onu halsiz düşürmeye başlamış Edincikli'ye şimdi de şehitlik mertebesi ekleniyordu.Güzel yüzü soldu, sarardı, canı teninden süzüldü...Gözü dünyaya kapandı
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk;
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ...
Hani, tâ’una da züldür bu rezîl istîla!
Ah o yirminci asır yok mu, o mahluk-i asil,
Ne kadar gözdesi mevcut ise hakkıyle, sefil,
Kustu mehmetçiğin aylarca durup karşısına;
Döktü karnındaki esrarı hayasızcasına
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ...
Hani, tâ’una da züldür bu rezîl istîla!
Ah o yirminci asır yok mu, o mahluk-i asil,
Ne kadar gözdesi mevcut ise hakkıyle, sefil,
Kustu mehmetçiğin aylarca durup karşısına;
Döktü karnındaki esrarı hayasızcasına
Fransızlar ile ağır bir mücadele içerisinde olan asker
bir an duraklıyor. Düşman ise onlara o kadar yaklaşıyor ki atılan mermilerin
isabet ihtimali daha da yüksek dereceye çıkıyor. Böylece başlarındaki durmuş
çavuş daha fazla dayanamıyor ve hücum emrini veriyor. Haydi aslanlar haydi
yiğitler diye feryadı gökleri inletiyor. Taarruz başarıyla devam ederken
askerlerden bir tanesi çavuşun kolunun yaralandığını kopan parçanın bir parça deri
ile tutunup kolundan sallandığını fark ediyor. Aman çavuşum vurulmuşsun deyince
çavuş diğer eliyle sus sus şimdi asker bunu duymasın diyor. Onun en önde
atılması askeri de galeyana getirip saldırmasına sebep oluyor. Allah Allah
nidaları ile siperden çıkan Müslümanlardan korkan düşmanlar daha gelmeden
siperleri terk etmiş kaçmış oluyor. Daha geride olanlar ise kendi askerlerine
isabet etmesini umursamadan ateş ediyorlardı. Bir sipere vardığımızda yerde
yatan yaralı bir asker gördük yarası ağırdı. Yanına yaklaşınca onu öldüreceğimi
sandı. Kalkmasını işaret ettim. Ayağa kalkması ile yığılması bir olmuştu.
Şarapnel parçası dizine isabet etmiş bacağını kırmıştı. Acı içinde
kıvranıyordu. Birazdan durmuş çavuş yetişti. O sert o ağır duruşlu adam bir
baba şefkati ile eğildi düşman askerini sırtlayıp sargı alanına doğru yola
çıktı birazdan gelen bir kurşun her ikisini de telef etmişti.
İlk defa savaş uçağının savaş gemisinin taramalı
tüfeklerin kullanıldığı bu amansız savaşta türk askerinin elinde sadece
yalnızca imanları vardı. İstanbuldan yola çıkan ve erzak ilaç taşıyan Nur-ül Bahir ganbotu tekirdağı geçmiş
Çanakkale sınırına gelmişti. Fakat savaş çetin bir durumda olduğu için gece
vakti demir atıp nöbet tutmaya başladılar. Sıra ile nöbetler tutuldu saat 06:00
olduğunda nöbet sırası vanlı ismaile gelmişti. İsmail Kur’an’ı Kerim okuyarak
nöbeti tutuyor bir yandan da denizin üzerindeki ışıkları takip ediyordu. Bir
anda denizden boğuk bir ses duymuştu. Denizin üzerinde de bir ışık süzüldüğünü
gördü. Bağırmak istedi fakat bağıramadı. Yapacak başka bir şey bulamadığı için
gelen torpidonun üzerine atlayıverdi. Bütün bedeni paramparça olmuş güverteye
yayılmıştı. Arkadaşları çıkan sesle dışarıya koştular. İsmail şehadet şerbetini
içmiş ve ganbotu kurtarmıştı…
Öteden saikalar parçalıyor âfâkı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin
Yerin altında cehennem gibi binlerce lâğam
Atılan her lâğamın Yaktığı: yüzlerce adam
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer
O ne müthiş tipidir: savrulur enkâz-ı beşer...
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara, vâdilere, sağnak sağnak.
Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin
Yerin altında cehennem gibi binlerce lâğam
Atılan her lâğamın Yaktığı: yüzlerce adam
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer
O ne müthiş tipidir: savrulur enkâz-ı beşer...
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara, vâdilere, sağnak sağnak.
Kanlı sırtta conkbayırında savaş normal kaidesinin dışına çıkıyor bir mitralyöz bütün siperleri talan ediyordu. Asker diğer silahların huyunu öğrenmiş ama bu mitralyöz ezber bozuyordu. Bir akşam bölük subayları toplanmış konuşuyorduk. Sohbet bu uğursuz nokta üstünde odaklanmıştı.
Bu arada:
- Hey! Bu mitralyöz susturulmayacak mı?
- Siperler yakındır topçumuz ateş edemez.
- Bir hücum yapsak!
- Komutan acaba savunmada kalmayı mı tercih ediyor?
Şeklinde bu uğursuz silahın bir an evvel susturulması için herkes içten gelen bir safiyetle soruyordu.
Bu esnada bölüğün çavuşu Mustafa bir vesile ile oraya gelmişti. Herhalde bir şeyler söyleyecek, belki yine meş’um bir haber verecekti.
Zira gecenin sessizliği, bu makineli tüfeğin siperlerimiz üzerinde yaydığı ses, yırtıp, aksisedalar yapıyordu. Mustafa Çavuş'un mevcudiyetinin farkına varan bir subay, sanki kara haberi birdenbire duymak istemiyormuş gibi Mustafa Çavuş'a sordu.
- Sen ne dersin ha, Mustafa Çavuş...
Can sıkmaya başlamadı mı bu mitralyöz?
O, (künyesi: Akşehir'in Karapınar
Köyünden Mehmed Oğlu Mustafa) cevap vermedi; derin derin düşünüyordu... Bu
yiğit Anadolu evladı bu uğursuz silahın çoktan beri can sıkmaya başladığını
gayet iyi biliyordu. Fakat onun düşündüğü farklıydı. Mustafa Çavuş birdenbire
canlandı. Bir heykel gibi subayın karşısında durarak:
- "Ben bunu gidip
getiririm" dedi. Mustafa Çavuş'u herkes iyi tanırdı. Fakat latife olsun
diye, subay:
- "Satmıyorlarmış galiba ....
Mustafa Çavuş!" dedi.
Bu sözü subayın ciddi söylemediğini
Mustafa Çavuş bilirdi. Fakat o etrafındakilerin gülümsemesini yarıda bırakan
bir çeviklikle kendisini siperin üzerine fırlattı ve gecenin karanlıklarına
karıştı. O zaman anladık ki hakikaten mitralyözü almak için gidiyor. Kendisini
çok seven iki hemşehrisi de arkasından koştu. Biraz sonra bu üç yiğit asker
diğer bütün gecelerden daha korkunç daha siyah bir gecenin enginliklerine doğru
kayıp gitmişti. Herkes asabiyetten, heyecandan sararmış; avuçlarındaki
tüfekleri sıkıyordu. O anda hücuma kalkmak için öyle dayanılmaz bir arzu
duyuyorlardı ki...
Hey ya Rabbi,eğer gidenler gelmeyecek olurlarsa bu bölüğü durdurmak kabil değildi artık. Gidenler gelmeyecek olsalar bile bu makineli tüfek, yerinden oynamış demekti: Mustafa Çavuş 'a, bir makineli tüfeği kimse değişmezdi.... Kulaklar toprağa yapışmış karanlıklar içinde gittikçe aratan kurşun sesleri bomba seslerini dinliyordu. Bu uğursuz dakikaların artık sesi çıkmıyordu. Dakikalar seneler gibi uzun geldi sanki.... İnanılmaz şey! Karanlıkta iki gölge sırtlarında bir mitralyözle geliyorlar... Fakat yalnız iki kişi... Düşman siperlerine doğru önüne geçilmez bir arzu ve imanla fırlayan bu üç yiğit biraz sonra makineli tüfeğin bulunduğu siperin içine atlamışlar. Fırlattıkları bombaların siper içinde patlamasından büyük bir baskına uğradıklarını zanneden düşman, kaçmaya başlamış; Mustafa Çavuş ve arkadaşları da makineli tüfeği sırtladıkları gibi bizim siperlere doğru yola çıkmışlar neden sonra işi anlayan düşman bütün cephede başlattığı ateş ile Mustafa Çavuş'un kahraman grubundan bir hemşehrisini temiz alnından vurarak onu şehitlik mertebesine yükseltmiş. Mustafa Çavuş ve arkadaşı, arkasında zaptettiği mitralyöz ve arkadaşının henüz soğumamış cesedi ile gözleri yaşlı sipere indiler. Kaybettiği arkadaşının üzüntüsü ile titreyen bir sesle ve kendi şivesiyle :
Hey ya Rabbi,eğer gidenler gelmeyecek olurlarsa bu bölüğü durdurmak kabil değildi artık. Gidenler gelmeyecek olsalar bile bu makineli tüfek, yerinden oynamış demekti: Mustafa Çavuş 'a, bir makineli tüfeği kimse değişmezdi.... Kulaklar toprağa yapışmış karanlıklar içinde gittikçe aratan kurşun sesleri bomba seslerini dinliyordu. Bu uğursuz dakikaların artık sesi çıkmıyordu. Dakikalar seneler gibi uzun geldi sanki.... İnanılmaz şey! Karanlıkta iki gölge sırtlarında bir mitralyözle geliyorlar... Fakat yalnız iki kişi... Düşman siperlerine doğru önüne geçilmez bir arzu ve imanla fırlayan bu üç yiğit biraz sonra makineli tüfeğin bulunduğu siperin içine atlamışlar. Fırlattıkları bombaların siper içinde patlamasından büyük bir baskına uğradıklarını zanneden düşman, kaçmaya başlamış; Mustafa Çavuş ve arkadaşları da makineli tüfeği sırtladıkları gibi bizim siperlere doğru yola çıkmışlar neden sonra işi anlayan düşman bütün cephede başlattığı ateş ile Mustafa Çavuş'un kahraman grubundan bir hemşehrisini temiz alnından vurarak onu şehitlik mertebesine yükseltmiş. Mustafa Çavuş ve arkadaşı, arkasında zaptettiği mitralyöz ve arkadaşının henüz soğumamış cesedi ile gözleri yaşlı sipere indiler. Kaybettiği arkadaşının üzüntüsü ile titreyen bir sesle ve kendi şivesiyle :
- Alın şu
uğursuzu dedi bana pahalıya oturdu!...
Büyük kayıplar
ile vatan toprakları müdafaya çalışılmış türk askeri savaşta gösterdiği kişilik
ile düşmanları dahi hayrete düşürüyorlardı. Geceleri siperde toplanıp yemek
yiyen askerler acaba karşı siperdekiler aç mıdır diye düşünerek konservelerin
içine yiyecek koyup karşı cepheye atıyor karşılığında konservelere taş
doldurulup geri atılıyordu.
Gece olduğunda
türk askerlerinden biri yanık sesi ile türkü kaside okuyordu. O okuyor bütün
siperler onu dinliyordu. Zaman oldu askerin sesi duyulmaz oldu. Düşman
siperlerinden taşa sarılmış bir kağıt içinde bir not geldi. Sesi güzel bir
arkadaşınız bir şeyler söylüyor bizde dinliyorduk. Kaç gecedir söylemiyor.
Söylese de bizde dinlesek diyorlardı. Askerler bir cevap yazıp gönderiyorlardı.
Siz o arkadaşımızı 3 gün önce şehit ettiniz. Artık söyleyemez..
Kanlısırtta
birbirine çok yakın 2 siperde ateş devam ederken bir anzak askeri yaralanıp
siperin dışına düşüyor. Düştüğü yerde kıvranan askeri arkadaşları çekmeye
cesaret edemiyorlardı. Birazdan türk cephesinden beyaz bir bayrak sallandı.
Ateş durmasada azalıyor ve tam o anda bir türk subayı siperden fırlayıp anzak
askerini kucaklıyor ve siperine bırakıyor. Hayretini gizleyen düşman yaptıklara
savaşa lanet ediyor. Türk subayı anzak askeri bırakıp cephesine döberken yolda
tam sırtından alçakça vuruluyor.
Fransız General Guro savaş sonrası anılarında aynen şunları yazmıştır.
Çanakkale Savaşlarında Fransız kuvvetleri komuta eden, General Guro, savaş sırasında bir kolu ile bir bacağının kısmını, savaş sahasında bırakarak yurduna dönmüş. Daha sonra anlattığı bir savaş hatırasında aynen şöyle diyor:
Fransızlar, Türk'ler gibi mert bir milletle savaştıkları için çocuklarınızla daima iftihar edebilirsiniz. Hiç unutmam. Biraz evvel doğa çevremizde en nefis güzellikteydi. Su çiçekleri, papatyalar, peygamber çiçekleri, leylaklar bir gökkuşağı alemi yaratıyordu.Ve şimdi, savaş sahasında dövüş bitmiş, o güzelim tablo: kan revan içindeydi. Yaralı ve ölülerin arasında dolaşıyorduk. Az evvel Türk ve Fransız askerleri süngü süngüye gelip ağır zayiat vermişlerdi.Bu sırada gördüğüm bir hadiseyi ömrüm boyunca unutmayacağım. Yerde bir Fransız askeri yatıyor,
bir Türk askeri kendi gömleğini yırtmış, onun yaralarını sarıyor, kanlarını temizliyordu. Tercüman vasıtası ile bir konuşma yaptık.
'Niçin öldürmek istediğin askere şimdi yardım ediyorsun?'
Mecalsiz haldeki Türk askeri şu karşılığı verdi:
Bu Fransız yaralanınca yanıma düştü.Cebinden yaşlı bir kadın resmi çıkardı. Bir şeyler söyledi! Anlamadım!... Ama herhalde annesi olacaktı. Benim ise kimsem yok! İstedim ki, o kurtulsun, anasının yanına dönsün!...
Bu asil ve alicenap duygu karşısında hüngür hüngür ağlamaya başladım. Bu sırada, emir subayım Türk askerinin yakasını açtı!O anda gördüğüm manzaradan yanaklarımdan sızan yaşlarımın donduğunu hissettim! Çünkü, Türk askerinin göğsünde, bizim askerinkinden çok ağır bir süngü yarası vardı ve bu yarayı bir tutam ot tıkamıştı.! ...
Az sonra ikisi de öldüler!!!
Çanakkale Savaşlarında Fransız kuvvetleri komuta eden, General Guro, savaş sırasında bir kolu ile bir bacağının kısmını, savaş sahasında bırakarak yurduna dönmüş. Daha sonra anlattığı bir savaş hatırasında aynen şöyle diyor:
Fransızlar, Türk'ler gibi mert bir milletle savaştıkları için çocuklarınızla daima iftihar edebilirsiniz. Hiç unutmam. Biraz evvel doğa çevremizde en nefis güzellikteydi. Su çiçekleri, papatyalar, peygamber çiçekleri, leylaklar bir gökkuşağı alemi yaratıyordu.Ve şimdi, savaş sahasında dövüş bitmiş, o güzelim tablo: kan revan içindeydi. Yaralı ve ölülerin arasında dolaşıyorduk. Az evvel Türk ve Fransız askerleri süngü süngüye gelip ağır zayiat vermişlerdi.Bu sırada gördüğüm bir hadiseyi ömrüm boyunca unutmayacağım. Yerde bir Fransız askeri yatıyor,
bir Türk askeri kendi gömleğini yırtmış, onun yaralarını sarıyor, kanlarını temizliyordu. Tercüman vasıtası ile bir konuşma yaptık.
'Niçin öldürmek istediğin askere şimdi yardım ediyorsun?'
Mecalsiz haldeki Türk askeri şu karşılığı verdi:
Bu Fransız yaralanınca yanıma düştü.Cebinden yaşlı bir kadın resmi çıkardı. Bir şeyler söyledi! Anlamadım!... Ama herhalde annesi olacaktı. Benim ise kimsem yok! İstedim ki, o kurtulsun, anasının yanına dönsün!...
Bu asil ve alicenap duygu karşısında hüngür hüngür ağlamaya başladım. Bu sırada, emir subayım Türk askerinin yakasını açtı!O anda gördüğüm manzaradan yanaklarımdan sızan yaşlarımın donduğunu hissettim! Çünkü, Türk askerinin göğsünde, bizim askerinkinden çok ağır bir süngü yarası vardı ve bu yarayı bir tutam ot tıkamıştı.! ...
Az sonra ikisi de öldüler!!!
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
Alınır kal’a mı, göğsündeki, kat kat îman?
Alınır kal’a mı, göğsündeki, kat kat îman?
Âsım’ın nesli... diyordum ya... nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmûsunu, çiğnetmeyecek.
Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,
İşte çiğnetmedi nâmûsunu, çiğnetmeyecek.
Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,
Manevi destek olmasaydı asla elde edilemeyeck bir
destandır Çanakkale… öyle bir güçle çevrililerki bir saka merkeplerine su
yükleyip cephesine dönerken bir çalılık dibinde uyuyakalıyor. Birazdan ayak
sesleri ile uyanıyor. Kendine geldiğinde en az 10 düşman askerinin etrafında
olduğunu fark ediyor. Nasıl kurtulacağını düşünmeye başlıyor. Derken düşmanlar
sakayı yakalıyorlar. Çalılıktan çıkarttıklarında askerlerin rengi soluyor. Beti
benzi atıyor. Birazdan hepsi arkasına dönüp kaçmaya başlıyor. Hiçbir şey
anlayamayan saka sadece kaçın arkasında bir ordu var dediklerini anlayabiliyor.
Dönüp baksada kimseyi göremiyor.
“1915 yılı haccında, Hindistan ulemasından Allah dostu
bir zat, Resulullah’ı ziyaret için Medine’ye teşrif etmişti. Kendisiyle
tanıştık ve uzun uzun sohbet ettik. Fakat bir türlü gözünün yaşı dinmiyordu. Bu
hüznün günlerce geçmediğini görünce sebebini sordum:
- Burası Cennet bahçesi, Resulullah’ın mescidi, makamı... Neden bu ziyaret sizi sevindirmiyor; yoksa gözünüzden akan sevinç gözyaşları mı? Gözyaşları daha da çoğalan Hindistanlı âlim şu cevabı verdi:
- Keşke göz yaşlarım gönlümün sevinçlerini yansıtmış olsaydı! Bunca yıl sonra nasip oldu, o ‘Güzeller Güzelini’ ziyarete geldim. Yanında, yakınında özlem giderecektim. Fakat müşahede ettim ki, Resulallah makamında değil... Resulullah niçin burada değil? Yoksa, benim kalp gözüm mü körelmiş? Resulullah’ın varlığını neden hissedemiyorum? Hangi hatam, hangi günahım onunla olmaya, onunla dolmaya engeldir? İşte, geldim geleli bu düşüncelerle perişanım!
Alim zatın bu sözleri üzerine hayretler içinde kaldım, ne diyeceğimi bilemedim. Bir şey söylemeden yanından ayrıldım. Geç vakitte yatağa uzandım ve gece rüyamda Hz. Peygamber’i gördüm. Gün boyu kafamı meşgul eden düşünceler şimdi Hz. Peygamber’in açıklamasıyla dağılacaktı.
Hz. Muhammed (sav) bana şunları söyledi: “Evet, hissedilen doğrudur. Ben şimdi Medine’mde değilim, Çanakkale’deyim... Çok zor durumda olan asker evlatlarımı yalnız bırakmaya gönlüm razı olmadı. Şimdi onlara yardım ediyorum.”
- Burası Cennet bahçesi, Resulullah’ın mescidi, makamı... Neden bu ziyaret sizi sevindirmiyor; yoksa gözünüzden akan sevinç gözyaşları mı? Gözyaşları daha da çoğalan Hindistanlı âlim şu cevabı verdi:
- Keşke göz yaşlarım gönlümün sevinçlerini yansıtmış olsaydı! Bunca yıl sonra nasip oldu, o ‘Güzeller Güzelini’ ziyarete geldim. Yanında, yakınında özlem giderecektim. Fakat müşahede ettim ki, Resulallah makamında değil... Resulullah niçin burada değil? Yoksa, benim kalp gözüm mü körelmiş? Resulullah’ın varlığını neden hissedemiyorum? Hangi hatam, hangi günahım onunla olmaya, onunla dolmaya engeldir? İşte, geldim geleli bu düşüncelerle perişanım!
Alim zatın bu sözleri üzerine hayretler içinde kaldım, ne diyeceğimi bilemedim. Bir şey söylemeden yanından ayrıldım. Geç vakitte yatağa uzandım ve gece rüyamda Hz. Peygamber’i gördüm. Gün boyu kafamı meşgul eden düşünceler şimdi Hz. Peygamber’in açıklamasıyla dağılacaktı.
Hz. Muhammed (sav) bana şunları söyledi: “Evet, hissedilen doğrudur. Ben şimdi Medine’mde değilim, Çanakkale’deyim... Çok zor durumda olan asker evlatlarımı yalnız bırakmaya gönlüm razı olmadı. Şimdi onlara yardım ediyorum.”
11 Temmuz günü de şiddetli çatışmalar cereyan etmişti.
Hasan Bey, siperlerde dolaşırken bir Fransız askeri dikkatini çekmiş ve
kıpırdanmasından yaralı olduğunu düşünmüştü. Yarbay Hasan, dininin verdiği yüce
ahlâk ve şefkat hissiyle, yerde yatan askere yardım etmek için yaklaştı. Tam
yarasının olup olmadığını araştırırken; ölü numarası yapan düşman askeri birden
elindeki kasaturayı Yarbay Hasan Bey’in göğsüne saplayıverdi. Hasan Bey,
göğsünden oluk oluk kan aktığı halde yere yığıldı. Askerler müdahale etmiş,
ancak geç kalmışlardı.
Hasan Bey’in gözleri buğulanmaya, güzel çehresi solmaya başlamıştı. Birden silkindi ve gözleriyle ufku takip etmeye koyuldu. Gözleri sanki öteleri seyre koyulmuştu. Askerlere fısıltıyla “Beni ayağa kaldırınız.” dedi. Komutanlarının son emrine uydular ve koltuklarına girerek kaldırdılar. Üstü başı kan içinde son demlerini yaşamakta olan Yarbay Hasan Bey, “Lailahe illallah Muhammedun Resulullah” dedi ve yüzünde derin bir tatlı tebessüm belirdi. Dudaklarından son olarak şu sözler döküldü: “Niçin zahmet buyurdunuz ya Resulallah!..” Ruhunu teslim ettiğinde, nur yüzünde ince bir huzur çiçeklendi; gözlerini sonsuzluğa daldırmış sükun içinde yatıyordu.
Hasan Bey’in gözleri buğulanmaya, güzel çehresi solmaya başlamıştı. Birden silkindi ve gözleriyle ufku takip etmeye koyuldu. Gözleri sanki öteleri seyre koyulmuştu. Askerlere fısıltıyla “Beni ayağa kaldırınız.” dedi. Komutanlarının son emrine uydular ve koltuklarına girerek kaldırdılar. Üstü başı kan içinde son demlerini yaşamakta olan Yarbay Hasan Bey, “Lailahe illallah Muhammedun Resulullah” dedi ve yüzünde derin bir tatlı tebessüm belirdi. Dudaklarından son olarak şu sözler döküldü: “Niçin zahmet buyurdunuz ya Resulallah!..” Ruhunu teslim ettiğinde, nur yüzünde ince bir huzur çiçeklendi; gözlerini sonsuzluğa daldırmış sükun içinde yatıyordu.
Alçıtepede durum karışmış
askerler yavaş yavaş geri çekiliyorlerdı. Alayın başında binbaşı lütfi bey
vardı. Hanımı ölünce 8-9 yaşlarındaki oğlunu kimseye bırakamamış yanında
gezdiriyordu. Alçıtepe fransı askerleri tarafından adeta kuşatılmış birkaç saat
içinde düşmesi içten bile değildi. Birazdan cılız, zayıf, uzun, çelimsi lütfi bey
gür sesiyle “yetiş ya Muhammed kitabın gidiyor!” diye bağırdı. Bir yandan
siperlerin üzerinden atlıyor bir yandan bağırıyordu. Geri çekilen askerler bu
ses ile irkilp Allah Allah nidaları ile ileri atılıyorlardı. Küçük Emrullah bir
yandan düşmana taş atıyor, bir yandanda yürü aslan babacığım vurun asker
abilerim diye bağırıyordu. Birazdan iliside şehit düştüler. Ama Alçıtepe ne o
gün ne de daha sonra düşmana bırakılmadı.
Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna, yâ Rap, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
Gökten ecdad inerek öpse o pâk alnı değer.
Bir hilâl uğruna, yâ Rap, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
Gökten ecdad inerek öpse o pâk alnı değer.
Yüzbaşi
Sirri Bey, ikindi vakti yeni gelen erati teftiş ederken, içlerinde bir
tanesinin saçinin bir tarafi kinalanmiş oldugunu görür ve takilir: “Hiç erkek kinalanir
mi? Mehmetçik: Buraya gelmeden evvel, anam kinalamişti komutanim” der ve
sebebini bilmedigini ilave eder.Komutanin istegi üzerine anasina haber salar,
“Niye benim saçimi kinaladin?” mektup gider ve tam 2 ay sonra sırrı bey gelen
mektuplar arasında bir tanesinin Hasana ait olduğunu fark eder alıp okur. Gelen
cevabi mektupta şunlar yazar:
“Ey
gözümün nuru Hasan’ım,
Köyümüzde
rahat rahat oturalım mı? Vatan sevgisi içimizde alev alev yanıyor.Sen
ecdadından, babandan aşağı kalamazsın… Ben, senin anan isem.Beni ve seni Allah
yarattı, vatan büyüttü.Allah, bu vatan için seni besledi. Bu vatanın ekmeği
iliklerinde duruyor…
Sen
bu ailenin seçilmiş kurbanisin…
Hasan’ım,
söyle zabit efendiye… Bizim köyde kurbanlık ayrılan koyunlar kınalanır… Ben de
seni evlatlarımın arasından vatana kurban adadım.Onun için saçını kınalamıştım…
El-hükmü
billah. Allah, seni İsmail Peygamber’in yolundan ayırmasın.
Seni
melekler şimdiden rahmetle anacaktir. Gözlerinden öperim…
Anan
– Hatice”
Komutan
sırrı bey çok müteessir olup hasanı yanına çağırtır. Birazdan gelen asker
hasanın 2 hafta önce şehit düştüğünü ve cebinden çıkan mektupta şu dörtlüğün
yazdığını söyler:
Anam
yakmış kınayı adak diye
Bende
vatan için kurban doğmuşum.
Anamdan
Allah’a son bir hediye
Kumandanım!
Ben İsmail doğmuşum.
Sana
dar gelmeyecek makberi kimler
"Gömelim gel seni târîhe" desem, sığmazsın.
"Gömelim gel seni târîhe" desem, sığmazsın.
Sen
ki, a’sâra gömülsen taşacaksın...Heyhât,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât...
Ey şehît oğlu şehît, isteme benden makber,
Sana ağûşunu açmış duruyor peygamber.
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât...
Ey şehît oğlu şehît, isteme benden makber,
Sana ağûşunu açmış duruyor peygamber.
18
mart 1915 günü düşman gemileri İstanbul
boğazına doğru ilerlemekteydi. İlerlemek içinde tabyalarımıza acımasız bir ateş
başlatmışlardı. Sadece bir bataryaya ortalama 490 ile 750 kg arasında değişen
4000 mermi atmaları yaşanan vahşeti ifade ediyor. Rumeli mecidiye tabyası da
böyle ağır ateş altında kalmış mevcudun yarısı şehit diğer yarısı da ağır
yaralı idi. Sadece 3 kişi ayaktaydı. Yüzbaşı Mehmet hilmi bey Niğdeli ali ve
Harranlı seyit… mermiyi kaldıracak makara bozulmuş 3 tane büyük top mermisi
kalmıştı. Düşmanın en büyük zırlısı olan ocean zırhlısı az önce diğer gemileri
bertaraf eden mayın hattını geçmiş hızla ilerliyordu. Bu gemiye yüzen dünya
deniyordu. Bunu gören koca seyit elinde kalan mermileri kaldırmaya çalıştı
olmadı. İkinci defa da La havle vela kuvvete… diyerek denedi ve kaldırdı.
276kglık mermiyi kaldırmıştı. 3 basamak çıkarıp vince yükledi.fakat ilk atışı
isabetli olmamıştı. İkinci mermiyi aldı yine 3 basamak çıktı nişan aldı ve
ateşledi. Ocean zırlısını tam namlusundan vuruyor. O kocaman gemi neye
uğradığını anlamadan batmaya başlıyor. Bütün tabyalardan çıkan inleme sesleri
yerini sevinç nidalarına bırakıyor. Savaş durulunca komutanlar seyitin yanına
toplanıyorlar. Nasıl yaptığını sorup tekrar kaldırmasını istiyorlar. Seyit bu
defa uğraşıyor ama kaldıramıyor. Dönüp: komutanım tekrar savaş olsun tekrar
kaldırırım diyor. Bunun üzerine komutanları Seyit’e onbaşı rütbesi veriyorlar.
Seyit bu rütbeyi istemiyor. Bunun yerine yarım ekmek fazla yemek istiyor.
Bu
vatan bizimdir. Ecdadımızın mirasıdır. İste bu vatana sahip çıkmak ecdsadın
bıraktığı dini okumak öğrenmek öğretmekte bizim vazifemizdir. Bu da manevi
cihattır….
3 yorum:
Allah razi olsun istifade ediyoruz muhtelim konularda mevzular bekliyoruz
çok başarılı bir site
Başka sohbetler bekliyoruz hocam
Yorum Gönder